Arslan
“Hem” dedi kulağıma eğilerek, “Prens Hazretleri sıradışı zevklere düşkündür. Amsterdam kerhanelerinde anlatılanları bir bilseniz...”
Övgüden hoşlandığını bildiğim için konuşmayı “size Savaş Tanrısı diyorlar” diyerek açtım. Koca dişlerini göstererek güldü. “Venüs’süz bir Mars” diye yanıtladı. Almancayı hala Fransız aksanıyla konuşuyordu; diğerleriyle Fransızca konuşmayı tercih ettiğini gözlemledim. Eski şatonun üst tarafında Hildebrandt’a yaptırdığı yeni sarayı son yıllarda kavuştuğu servetin boyutları hakkında iyi bir fikir veriyordu. Övmek için “Versay ile boy ölçüşür” dedim. Hata ettiğimi hemen hissettim. Yüzü asıldı, “bana o adamdan bahsetmeyin” dedi. Kralın ölümünden on yıl sonra dahi dinmeyen öfkesi beni şaşırttı. Salt siyasi bir ihtilafla açıklanamaz diye düşündüm. Kim bilir, belki Bayan Mancini hakkında sık sık duyduğumuz dedikodularda bir haklılık payı vardı. Geçenlerde yakınlarından biri konuyu açmış. “Annem fazlaca entrikacı bir kadındı, büyücülükle bile suçladılar” gibi kaçamak bir cevap vermiş. Mamafih kraldan “o adam” diye söz etmesi Hofburg’da nasıl karşılanır, kestirmek güç.
“Avusturya’nın İspanya ile yakınlaşmasını nasıl karşılıyorsunuz” diye sordum. “Doğru siyasettir” dedi, “iki yüz yıllık birlik var arkada. Fransa’nın etkisini dengelemek lazım.” “İngilizler bu işten memnun değil” diye üsteledim, “Hannover’de Prusyalı ile buluşmuşlar, aleyhinize bir ittifaka gidebilirler deniyor.” “Marlborough büyük adamdı” diye cevapladı. Sahneden ayrılalı beri İngiliz siyaseti yönünü kaybetti. Fakat sanmam ki İngilizler Fransa tehdidini göz ardı etsinler. Prusya antantı Townshend’in marifetidir. Ben Walpole’a güveniyorum.” Prens’in Parma ve Toskana meselesi hakkındaki sözlerini burada sukûtla geçiyorum. İzlenimime göre Prens’in Kayser’le arasına son zamanlarda soğukluk girmiştir. Geçmişteki zaferlerin hükümdar nezdinde kalıcı itibarın güvencesi olmadığını hikmet sahipleri elbette bilir. Mamafih Prens’in halen elinde tuttuğu muazzam diplomatik haberalma ağını Kayser’in kaybetmek isteyeceğini de sanmam. Saray maliyesi küçük Starhemberg’in ve kabine politikası Schönborn’un elinde kaldığı sürece Prens’in pozisyonu bence sağlamdır.
Havayı yumuşatmak için sözü her zaman anlatmayı sevdiğini duymuş olduğum konuya getirdim. “Sayın Başkan, Viyana’ya ilk gelişinizi anlatır mısınız?” Yüzlerce kez anlattığı öyküyü yineleyeceği için önce biraz sıkılmış göründü, fakat anlattıkça coşkusu arttı. “Gece vakti Paris’ten çıktım, altı gün nefes almadan at sürdüm” dedi. “Sınıra yaklaştığımda kralın adamları peşime düştüler fakat hızıma yetişmeleri imkansızdı. Dizim de böyle değildi o zaman, kahrolası Türk mermisi.” Şampaya kadehini kaldırdı. “Cüret, azizim! Genç bir erkeğin en büyük hazinesidir. Yirmi yaşındaydım, kralın yüzüne dik bakacak kadar cesur ya da toydum. Günü geldiğinde kadere meydan okumayı bilmek lazım.”
“En büyük zaferiniz Höchstädt miydi?” diye sordum. “Zenta tabii” dedi. “Kayser Leopold’un emrine uymadan, hiç kimsenin beklemediği bir hız ve kararlılıkla Türkleri nehri aşarken vurmaya karar verdim. Otuz beş bin kişilik kuvvetle o gün dev gibi bir orduyu yendik. Türklerin bütün komuta kademesini yok ettik. Sultan bir saat önce nehri aşmamış olsa onun da işi bitikti, bugün Türk saltanatı belki tarihe karışmış olurdu.” Servetinin kaynağı olan Macaristan’daki mülklerini bu zafere borçluydu, onun için Prens’e hak verdim.
Tekrar Höchstädt’i sordum. “Höchstädt’in onuru Marlborough ile ikimize aittir” dedi. “Düşman cephesini yaran gerçi Marlborough’dur ama sonuç alıcı hamle benim Bavyeralıları sağ kanatta devre dışı bırakmam idi. Fransa’nın Viyana’ya boyun eğdirme hayalinin bittiği yerdir.” “1708 kışında Lille kentini teslim almam ise Louis’nin yenilgiyi kabul ettiği noktadır” diye devam etti. O savaşı görmemiş olan hiçbir şey görmüş sayılmaz. Bakın, şu gözümün üstündeki yara izi o çarpışmanın hatırasıdır. Zehirlemeye bile çalıştılar beni.”
“Peki Temeşvar?” diye devam ettim. “Zenta’dan sonra da Türkler uslanmadı, yine Macaristan’ı istila etmeye yeltendiler. Zor bir savaştı. Temeşvar haftalarca kuşatmamıza dayandı. Ordumuz dizanteriden kırılıyordu. Tüm Avrupa nihayet talihimin döndüğü fikrine kapıldı. Türklerin 200 bin kişilik kuvvetle kenti kurtarmaya geldiğini duydum. Kimseye kulak asmadan, çok daha zayıf olan kuvvetlerimizle ileri çıkıp doğrudan doğruya düşman ordusuna saldırmaya karar verdim. Göz gözü görmez sis içinde çatışmaya girdik, Türkleri perişan ettik. Belgrad’ı bu sayede kazandık.” Bu anıları yeniden yaşarken Prens’in gözlerinde genç bir adamın heyecanı parıldamaya başlamıştı. Belki de altmış yaşını aşkın, şanının zirvesini geride bırakmış bir askerin yorgunluğuydu konuşan.
Prens’in kütüphanesini düzenlemekle görevli Rousseau adlı bir Fransız şair konuklar arasındaydı. “Müthiş biri, mon cher” dedi. “Kütüphanesinde el yazmaları hariç 15.000 kitap var. Tüm Avrupa’nın yükünü sırtında taşıyan adam sanırsınız başka yapacak işi yokmuş gibi kitap okuyacak vakit buluyor.”
Dul Kontes Batthyányi büyük bir zarafetle konukları çekip çevirme görevini üstlenmişti. Prens’le ilişkisine dair dedikoduları Rousseau’ya sordum. “Macaristan’daki mülkleri komşu, dostluklarının içyüzünü kimse bilemez tabii” dedi. “Ama evlenmeleri ihtimali sıfır. Kontes onu seviyor, onunla asla evlenmeyecek kadar seviyor. Onun şanına zarar vermektense kendi saygınlığını kaybetmeyi tercih eder.” “Hem” dedi kulağıma eğilerek, “Prens Hazretleri sıradışı zevklere düşkündür. Amsterdam kerhanelerinde anlatılanları bir bilseniz...”
“Peki” dedim, “yarın emri hak vaki olursa bütün bu servet, bu saray, 15.000 kitaplık kütüphane kime kalacak? Bildiğim kadarıyla yaşayan akrabası da yok.” Kederle başını salladı. “Macaristan’daki arazilere saray el koyar sanırım” dedi. “Kayser’in hazinesi tamtakır. Prens’in kardeşinin kızı olan evde kalmış bir yeğeni var, hiç görüşmediler bugüne kadar, görüşmeye teşebbüs bile etmediler, gerisi tahmin ediyorum ona kalır. Satacaktır elbette, sarayda yaşayacak hali yok kadıncağızın. Kütüphane de kapanın elinde kalır.” Acı bir gerçekti. Sanıyorum Prens’i eski anılarına sığınmaya sevk eden nedenlerden biri de buydu. Hepimiz bu dünyadan çıplak gidiyoruz, ama insanın mirasını sürdürecek bir ailesinin olmaması başka bir yoksunluk.
Yemekten önce Prens “yeni dostumu göstereyim” diyerek bizi sarayın arka bahçesine götürdü. Yeni dostu Afrika’dan getirttiği bir arslanmış. Daha önce arslan görmemiştim. Görkemli bir yaratıktı. Sarayda tutsaktı. Prens’in neden onu dostu olarak tanıttığını düşündüm.
Notlar
Savoy Prensi Eugen veya Eugenio yaşamı boyunca evlenmemesiyle ünlüydü. Annesi Olympia Mancini’nin gençliğinde Kral Louis XIV’in metresi olduğu ve evliliğinden sonra da bu ilişkiyi sürdürdüğü rivayet edilir. Öyküye sahne olan saray 1723’te tamamlanan Schloss Oberes Belvedere’dir. Küçük Starhemberg, eski Şansölye Ernst Rüdiger’in kardeşi olan Thomas’tır.
Prens’in unvanlarından biri Hofkriegsratspräsident (Devlet Savaş Konseyi Başkanı) idi. İngiltere, Fransa ve Prusya arasındaki Hanover İttifakı 3 Eylül 1725’te imzalandı. İttifakın öncüsü olan bakan Townshend, eniştesi Robert Walpole tarafından 1730’da Avusturya meselesinden dolayı tasfiye edildi.
6. Karl'ın İspanya tahtından feragat etmesi karşılığında Parma ve Toskana dükalıklarında ısrar etmesi Avusturya açısından diplomatik zaafa yol açmış ve sonuçta semeresiz kalmıştı.
İngilizcede Blenheim Savaşı olarak bilinen muharebe Fransız ve Almanlar için Höchstädt Savaşı’dır. Hiciv şiirleriyle tanınan Jean-Baptiste Rousseau’nun diğer Rousseau ile bilinen akrabalığı yoktur. Kontes Eleonore Bathyányi Prens’in Macaristan’da komşusu ve yirmi yıl boyunca yakın dostu idi. Miras Prens’in ağabeyi Louis Thomas’nın kızı Victoria’ya kalmıştır.
Öyküdeki tek maddi hata yanılmıyorsam Rousseau’nun bu tarihten üç yıl önce Prens’in hizmetinden ayrılmış olmasıdır.


Madame Bathanyi ile ilişkisi ve Amsterdam umumhanelerindeki maceraları hayal mahsulü tabii; zira Prinz Eugen su katılmadık bir ibneydi. Zante felaketi de kendi dehasının değil, bizim hata ve zaaflarımızın sonucuydu.
Von Savoy romanı mı geliyor?