Cemalettin N. Taşçı ile münazara notları
"Eskiden oligarklar müstahkem kalelerde otururdu. Şimdi polis devletinin kahredici iktidarına sığınıyorlar."
Geçen gün sevgili C. Taşçı ile bir online sohbetimiz oldu. Orada ayak üstü iyi dile getiremediğim konuları şöyle toparlasam:
Cemalettin Taşçı ile aramızdaki fikir ayrılığı Ukrayna Savaşı meselesinden çıktı. Ben savaşın ilk gününden itibaren kayıtsız ve şartsız Rusya taraftarıyım. Daha doğrusu ABD karşıtıyım. Afganistan’da da ABD’ye karşı – daha az şevkle de olsa – Taliban taraftarıydım. Suriye konusunda da kafam net: Beşar Esed’in kesinlikle diğer seçeneklere nazaran ehven-i şer olduğunu düşünüyorum. Cemalettin Bey ise Ukrayna savaşının ilk aylarında yazığı birkaç makalede, benim ekonomi işlerinden pek anlamadığımı da ima ederek, Rusya’nın iktisadi alanda tüy sıklet olduğu ve bundan dolayı savaşı kaybetmesinin mukadder olduğu kanısını dile getirdi. (https://www.politikapolitik.com/rusya-batiya-ne-yapabilir/)
Aradan geçen zamanda kimin haklı olduğu anlaşılmıştır umarım.
Bu seferki sohbette Cemalettin Bey doğrudan ABD-Rusya meselesine değinmek istemedi. Onun yerine başlıca iki savunma hattı oluşturdu:
1) Dünyamız hızla değişiyor. Yapay zeka, teknolojik devrim, üretim kapasitesindeki patlama ve benzeri gelişmeler, mevcut devletler düzenini kaçınılmaz olarak marjinalleştirecektir. Batı devletleri zaten çöküşe gidiyor. Bu şartlarda, ABD-Rusya çatışması arızi bir olaydır. Üzerinde durmaya değmez.
2) Önemli olan, bireylerin ve grupların toplum içindeki özerklik alanının büyütülmesidir. Savaşın bu hayati konuya bir katkısı olmayacaktır.
Bu ikinci tezden tam olarak hangi sonucu çıkarmak gerektiğinden emin değilim. A) Demek ki kâmil insanların bu savaşla ilgilenmesi ya da taraf tutması yanlıştır mı diyeceğiz? B) Yoksa ima edilen şey, Batı dünyası tüm arızalarına rağmen bireyin ve grupların özerkliğine daha fazla pay verir, dolayısıyla Rusya – ve Çin ve doğal olarak Taliban Afganistan’ı ve Esed Suriye’si – gibi ‘totaliter’ eğilimli devletlere karşı çıkılması gerektiği midir?
Bunu sormalıydım. İhmal ettim.
Özerklik alanlarının büyütülmesi fikrine can ü gönülden katılıyorum. Evet, siyasi düşüncenin temel ilkesi olmalıdır. Diğer her şey bu ilkeye göre değerlendirilmelidir. Aynı görüşteyiz. Kırk seneden beri de dilim döndüğünce bu fikri ifade etmeye çalışıyorum.
Son yıllarda bu düşünceye bir nüans ekleme gerektiğinin farkına vardım. Farklı bir hedef değil belki, farklı bir vurgu. ‘Özerklik alanı’ deyince çok antiseptik bir şey geliyor akla; bir orta sınıf ütopyası, herkes hobileriyle uğraşsın, garajında pc imal etsin, haftasonları Dokuzuncu Senfoni bestelesin, vs. Oysa dünyamız zulümle dolu azgın bir dünya, ve öyle anlaşılıyor ki yakın gelecekte bu özelliği azalmayacak, artacak. O halde temel mesele, birey ve grupların özerklik alanının büyütülmesi kadar, birey ve grupların zulme karşı korunması olmalı. Bir vurgu farkı sadece, o kadar.
Zulüm derken bu, Gazze’de gördüğümüz türden konsantre katliamlar olabilir. Daha seyreltik fakat hacimce çok daha büyük çapta, modern dünyada her gün içinde yaşadığımız bürokratik eziyetler de olabilir. İnsanlığın büyük bir kısmını umutsuzluğa, çaresizliğe, evsizliğe, ailesizliğe, geleceksizliğe mahkum eden yapılar da olabilir bence. Hatta belki en başa onları koymalı. “Birey ve grupların özerkliğine” gerçek dünyada en çok ket vuran etkenler bunlar çünkü, Gazze’deki katliam değil.
Bu açıdan bakınca ben şunları görüyorum.
I.
Günümüz dünyasında birey ve grupların özerkliğine en büyük tehdit, Batı dünyasını ele geçirmiş olan yönetim kadrolarıdır. Uzunca bir süreden beri hissedilen bir eğilimdi. 2020’de Covid kriziyle akut safhaya geçmiştir. Şu anki nispi belirsizliğe kanmamak gerekir. Çünkü özerkliğin altyapısı tahrip edilmiştir. Kolonlar kesilmiştir. İlk sarsıntıda binanın çökmesi kaçınılmazdır. ‘Modern’ denilen Batı dünyası, 1930’lar Avrupa’sına rahmet okutacak bir felakete doğru yuvarlanmaktadır.
Alternatiflerinin eleştirilecek yanları vardır. Fakat belki a) daha az organize olduklarından, b) modernist ütopyaya karşı daha ikircikli durduklarından, c) modern yönetici sınıfların totaliter ideolojisine karşı bir nebze direnme gücü veren köhne kültürel eğilimleri koruduklarından, ehven-i şer görünüyorlar. Rusya’dan eminim. İran için de benzeri şeyler söylenebilir. Bu iki ülkeyi biraz olsun tanıyorum. Taliban’ı bilmiyorum.
II.
Teknolojide, ekonomide ve yaşam tarzlarında yaşanan hızlı değişim, devletlerin gücünü veya işlevini azaltmıyor. Tam tersine, tarihte eşine rastlanmamış ölçüde artırıyor. Devletlerle bütünleşen finansal ve kurumsal oligarşinin elinde muazzam – ve çok tehlikeli – bir güç birikimine yol açıyor.
Bu boyutta güç birikimi ancak silahlı kuvvetle korunabilir. Kaybedenlerin gazabından başka türlü korunamazsın. Eskiden oligarklar müstahkem kalelerde otururdu. Şimdi polis devletinin kahredici iktidarına sığınıyorlar.
Özetle, 1990’ların Neoliberal yahut post-Maksist ütopyası – “internet gelecek, insanlar özgür olacak, herkes garajında Dokuzuncu Senfoni yazacak” – fiyaskoyla sonuçlanmıştır.
III.
Teknolojik veya sosyolojik gelişmelerin mevcut güç dengelerini “kendiliğinden” değiştireceğini ummak abesle iştigaldir. Dünyayı yöneten kurumlar akılla ve kasıtla şekillenmiştir. Ancak akılla ve kasıtla geriletilebilir.
Ülke içi imkanları merkeze alan geleneksel direniş yöntemleri bugün tükenmiştir. Siyasi partiler etkisizleşmiş ve ele geçirilmiştir. İsyan ve ihtilal hareketlerinin, modern polis devletinin gücü karşısında muhtemelen şansı kalmamıştır.
Geriye bence tek bir umut kalıyor. Ki, aslına bakarsanız, 1648 Westfalya barışının da, 1815 Viyana barışının da ana fikridir. Devletler ancak diğer devletlerle dengelenebilir. Dünya egemenliğine kalkışan bir ‘rogue’ devletin kibri, ancak diğer devletler tarafından kırılabilir. Ve kırmanın yolu, egemenin a) askeri üretim kapasitesini tüketmek, b) askeri ittifaklarını zayıflatmak, c) finansal egemenliğini çökertmekten geçer.
Bugün Rusya, pek yakında belki Çin, İran ve hatta Suudi, tüm insanlık için hayati önemi olan bu mücadelenin içindedir.
Bugün için bundan daha önemi bir etüt konusu ben düşünemiyorum.
Rusya, Çin ve İran'ın bu düzene karşı büyük bir mücadele verdiklerini anlıyorum da, Suudi Arabistan'ın nasıl olup da Türkiye'den daha fazla mücadele verdiğini anlayamadım. Ayrıca verse ne olacak, tek ürüne dayalı, bir sıkımlık canıyla? Hem kaynakları sınırlı, sürekli dış açık veren Türkiye bundan daha fazla ne yapabilir mücadele için? Batı'nın savunma, ticaret ve para sisteminden çıkıp halkını iyice sefalete mi düşürsün, İran ve Rusya gibi? Ayrıca siz bu adı geçen ülkelerde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu biliyor musunuz? Polonya ve Ukrayna gibi ülkeler iki asrı mütecaviz yağma, cinayet ve kötülükten sonra neden hâlâ Rus tahakkümü altında yaşamak istesinler ki? Ukrayna ABD emperyalizmine hizmet ediyorsa eğer, PKK-PYD kime hizmet ediyor? Bir gün Ukrayna gibi Batı kampına yanaşmaya çalışan Ermenistan'a da müdahale ederse, yine Rusya'nın tarafında olacak mısınız? Ve son olarak, bir şeytanın alternatifi başka şeytanlar mıdır? Türkiye, Hindistan ve Brezilya gibi ülkeler haysiyetli bir üçüncü yolu temsil edemez mi? Hâlihazırda etmeye gayret etmiyorlar mı?
https://theupheaval.substack.com/p/the-china-convergence
Bu müthiş makalede belirtildiği gibi Rusya-Çin-Amerika gittikçe birbirine benzeyen yapılar, ileride aralarındaki nispi farkın da kapanacağını düşünüyorum. Birden fazla güç odağı olması ve aralarındaki çelişkiler biraz nefes almamızı sağlayabilir, gerisi laf-ı güzaf.