Her savaş çıkaran haksız mı
Sınırsız yetkilerle donatılan her polis teşkilatı gibi bu polis de yozlaşmıştır. Kendi hegemonyasını ve rantını artırmaktan başka hedef tanımayan bir çıkar örgütüne dönüşmüştür.
1.
Madem ki uluslar aynı dünyayı paylaşıyor, madem ki birinin yaptığı ya da yapmadığı diğerinin güvenliğini, refahını, dirliğini bozabiliyor, "egemendir istediğini yapar" tezi fazla ciddiye alınamaz. Etiyopya baraj yapıp Nil nehrinin suyunu kesmeye kalkınca Mısır (haklı olarak) savaşla korkuttu. Suriye kargaşaya düşüp milyonlarca mülteci Türkiye'ye dayanınca Türkiye (daha az haklı olarak) Suriye'yi işgal etti. ABD uluslararası uyuşturucu ticaretine yataklık ediyor diye 1989'da Panama'yı tepeledi.
[Ciddiye alınamaz demedim, fazla ciddiye alınamaz dedim. Bir yere kadar peki. Nereye kadar?]
2.
Şiddete karşı şiddet meşrudur. Biri sana yumruk atarsa cevap verirsin. “A yazık adamın burnunu kırdın” diye ağlaşanlara kulak asmazsın.
Bir ülkenin diğerine karşı şiddeti sadece ordular salıp şehirler bombalamakla tezahür etmez. Şiddete hazırlanmak, ya da güç dengesini bozacak surette silahlanmak, ya da güç dengesini bozacak askeri ittifaklara girmek de meşru müdafaa gerekçesidir. 1962'de Küba balistik füzeler edindiğinde ABD dünya savaşına hazırlandı. İsrail kendisine karşı kullanılabileceği gerekçesiyle İran'ın nükleer tesislerini bombaladı. Türkiye benzer gerekçelerle 1974'te Kıbrıs'ı istila etti. Yemen'de İran'la ittifaka yatkın bir rejim başa geçince ABD ve Suudi Arabistan o ülkeyi yerle bir etmekte sakınca görmediler.
Elbette meşru müdafaa tezi kötüye de kullanılabilir. Örneğin ABD, kendisine yönelik makul bir tehdit bulunmadığı halde hayali birtakım niyetleri veya hazırlıkları ileri sürerek Irak ve Afganistan'a savaş açtı. Burada bizim açımızdan önemli olan tehdidin gerçekliği veya sahteliği değil, tehdit iddiasının meşru savaş nedeni sayılmış olmasıdır. Yalnızca ateş edene değil, silah çekene de mukabele edilir.
3.
Dünyadaki hemen hemen her ülkede bazı bölgelerin tarihi ya da etnik ya da hukuki nedenlerle o ülkeden ayrılarak bağımsız olmasına ya da başka ülkeye katılmasına yönelik talepler dile getirilir. Bu taleplerin "haklı" ya da "haksız" olduğunu tartışmak abestir. Talep varsa demek ki talebin haklılığına dair bir mutabakat yoktur. Mutabakat olsa zaten ortada talep kalmaz.
1945'ten beri dünyada egemen olan görüşe göre çok istisnai haller dışında bu talepler kabul edilmemelidir. Zira sınırlar kutsaldır. Bu nedenle mesela Dağlık Karabağ'ın Ermenistan'a, Kırım'ın Rusya'ya ilhakı - yerel halkın oybirliğine yakın oranda talebine rağmen - kabul görmemiştir. Bunca yıllık fiili duruma rağmen KKTC ve Batı Şeria'nın statüsü meşruiyet kazanamamıştır. Birleşik Krallığın Kuzey İrlanda'daki konumu meşru sayılırken IRA "terorist" ilan edilmiştir. Bosna Sırp Cumhuriyeti'nin ayrılmasına izin verilmemiştir. Rojava'nın bağımsızlığını tanımak söz konusu olmamıştır. Keza Donetsk ve Lugansk halk cumhuriyetlerinin, Transdniestria'nın, Abhazya ve Güney Osetya'nın bağımsızlık ilanı uluslararası mercilerce kınanmıştır.
Dünya barışı açısından bunun doğru bir politika olduğu ileri sürülebilir. Zira sınırların istikrarı bir kez bozulunca işin sonunun nereye varacağı bilinemez. Ancak kural doğru olsa da uygulama tutarlı değildir. Ayrılmak isteyenin güçlü dostları varsa - daha doğrusu ABD tarafsa - kural geçerliğini yitirmektedir. Hırvatistan, Bosna ve Karadağ'ın Yugoslavya'dan zorla koparılması örnektir. Kosova daha çarpıcı örnektir. Abhazlar ve Osetler ayıplanırken Çeçenlerin bağımsızlık mücadelesi alkışlanmıştır. Tibet ve Uyguristan'ın Çin'den kurtulmasını istemek erdemli bir tavır sayılmaktadır. Tarihi, etnik ve hukuki açıdan Çin'in bir parçası olan Tayvan'ın bağımsızlığı Birleşmiş Milletler’e rağmen fiilen tanınmıştır.
Donetsk ve Lugansk'ın Ukrayna'dan ayrılması yanlışsa, Ukrayna'nın Rusya'dan ayrılması hangi mantıkla savunulabilir?
Savunulabilir tabii. Ama hemen her adımda çelişkiye düşmeden savunulabileceğini sanmıyorum. Bu denli kaypak ve çok katmanlı bir konuda bir modus vivendi (orta yol) şayet bulunacaksa, bunun karşılıklı hassasiyetleri gözeten, iyi niyete dayalı bir çözüm olması gerektiği bence açık olmalı.
***
Üç maddede özetlediğim kavga ihtimallerini zapturapt altına almak için dünyaya bir polis lazım denebilir. Muhtemelen doğrudur. Yoksa herkes vay huzurumu bozdu, vay düşmanımla anlaştı, vay falanca ilçe aslında benim olmalı deyip birilerine sataşabilir. Birleşmiş Milletler çözüm değildir, çünkü etkili bir polis gücü için polisin elinde sopa olması gerekir. 1945'te kurulan dünya düzeninde bu düşünceyle ABD'nin eline sopa verilmiştir; daha doğrusu ABD'nin kendi gücüyle ele geçirdiği sopayı kurumsallaştırmasına razı olunmuştur. Birinci ve İkinci dünya savaşı facialarının ardının böyle kesileceği umulmuştur.
Ve fakat sınırsız yetkilerle donatılan her polis teşkilatı yozlaştığı gibi bu polis de yozlaşmıştır. Yolsuzluk batağına batmıştır. Kendi hegemonyasını ve rantını artırmaktan başka hedef tanımayan bir çıkar örgütüne dönüşmüştür. Son yıllarda bulaştığı her kavgada bizzat kendisi taraftır. Dengeleri gözeten, tarafların çıkar ve ihtiraslarını uzlaştırmayı amaçlayan, tarafsızlığın en azından görüntüsünü korumaya çalışan bir teşkilat değildir; hemen her vakada kavgayı çıkaran ya da var olan kavgayı kızıştırarak mevzi kapmaya çalışandır. Dünya barışının güvencesi olma iddiasını terk etmiş, barışa yönelik en büyük tehlike haline gelmiştir.
Dünyanın bugün içine yuvarladığı savaşın esas konusunun bu olduğunu düşünüyorum. Bu düzen devam etmeli mi? Nereye kadar etmeli?
Yazıdaki argümanların whataboutism olan kısımları bir yana, bilgi hatası olan kısımları da mevcut. Örneğin zorla koparıldı denilen Karadağ bağımsızlığını kazanırken bir cam bile kırılmamıştır. Tayvan Nixon döneminde başlatılan Ping-pong diplomasi sonrası yavaş yavaş uluslararası meşruiyetini kaybetmiştir. Şu an sadece bazı küçük Mikronezya ve Orta Amerika devletleri tarafından tanınmaktadır. Bırakın BM'yi ABD bile Tayvan'ı resmi olarak tanıyamamaktadır. Birleşik Krallık 1997'deki Hayırlı Cuma Antlaşması'nda terörist denilen IRA ile masaya oturmuştur vb...
Bunun dışında bu kadar "özgürlük aşkı"yla yanıp tutuşan Donetsk ve Luhansk'da 1991'den 2014'e kadar bırakın silahı niye çatapat bile patlamamıştır? 2012 Avrupa Şampiyonusunda yarı final maçı oynattırılacak kadar sakin bir şehir olan Donetsk, 2014'de nasıl bir anda bağımsızlık aşkıyla yanıp tutuşur hale gelmiştir? Bütün bunların hepsi NATO'nun ve "polis teşkilatı"nın mı suçudur?
Hocam, yirmi yıldan daha uzun zamandır Rusya’nın başındaki kişi bunu öngöremedi mi? Bu kadar stratejik miyopluk nasıl mümkün olabilir? Danışmanlar var, KGB var, batıda bunları yazan aklı başında bir sürü insan var. Çok belli olan birşey var ki Putin de savaş istedi. Yada çok saf. Yada kripto Amerikan ajanı. Savaş istediği bu kadar belli olan ve planlarını kavgaya göre yapan da haksız değil mi?