Saltanat ve Hilafete ilişkin cevabını bilmediğim sorular
Devlet başkanının siyasi entrikalarla ve kulis pazarlıklarıyla mı seçilmesi daha iyidir, harem entrikalarıyla ve hanedan içi pazarlıklarla mı seçilmesi daha iyidir?
Monarşi mi cumhuriyet mi konusunu 1994’te Yanlış Cumhuriyet’i yazarken ilk kez ciddi bir şekilde düşünme fırsatı buldum. Kitabın 11. ve 12. soruları bu konuyla, 13. sorusu bununla bağlantılı olan halifelik konusuyla ilgilidir. Yanlış Cumhuriyet’in genel mantığı çerçevesinde, monarşiyi yahut halifeliği veya tersini savunma gereği duymadım. Sadece bu konulardaki genel geçer yargıların olgusal ve mantıki dayanaklarını sorgulamakla yetindim. Yani cumhuriyet vs. pekala iyi bir şey olabilir de, kanıtlarından emin misin? Aksi ihtimali gerçekten düşündün mü?
Kitapta iki temel itiraza yer verdim.
Bir: Monarşi olan İngiltere, Hollanda, İsveç, Japonya mı daha iyidir, cumhuriyet olan İran, Libya, Kuzey Kore, Pakistan mı? O tarihte bu sorunun cevabından emindim, şimdi daha az eminim, ama soru hala geçerli bir sorudur.
İki: Siyasi iktidarın çığırından çıkması ihtimaline karşı, meşruiyetini popülerlikten almayan bir üst otoritenin varlığı bazı koşullarda kamu özgürlüklerinin güvencesi olabilir mi? Türkiye özelinde olabilir miydi?
Kesin cevapları olmasa da, her iki sorunun tartışmaya değer sorular olduğuna ilişkin kanımı 28 yıl sonra koruyorum.
Cevabını bilmediğim konuları biraz daha çeşitlendireyim isterseniz.
MONARŞİ
Tanzimat sonrasında (1839-1922) Osmanlı saltanatı kâh Abdülaziz’in ilk yılları ve Reşat dönemindeki gibi aşırı zayıf, kâh Abdülhamit çağındaki gibi aşırı güçlü bir rol oynadı. Sürdürülebilse, geçiş döneminin yalpalamalarını aşıp kurumsal bir istikrara kavuşabilir miydi?
2. Abdülmecid ve belki Ömer Faruk Ef. gibi ‘modern’ ve ‘Avrupai’ hükümdarlar yönetiminde, Britanya veya Hollanda veya Japonya’daki gibi birleştirici ve yatıştırıcı bir ulusal simgeye dönüşür müydü? Yoksa Mısır kralı Fuad ve Faruk gibi dejenere bir sefahate, ya da İran’ın Pehlevi şahları gibi sınır tanımaz bir zorbalığa mı evrilirdi? Ya da İspanya kralı Juan Carlos gibi ulusal bir kurtarıcı figürü olarak başlayıp zamanla yolsuzluk ve dejenerasyon batağına mı saplanırdı?
Son iki yüz yılın Osmanlı hükümdarları ve onların temsil ettiği yönetici seçkinler genel olarak taşra egemenlerinden ve özellikle taşranın oyunu alma kaygısına sahip siyasi oyunculardan daha akılcı, ‘ilerici’ ve Batılılaşma yanlısı bir dünya görüşünü temsil ettiler. Bu iyi bir şey miydi? Yoksa kaçınılmaz yıkıma götüren yabancılaşma mıydı? Saltanat devam etse 20. yüzyıl koşullarında bu rolü sürdürebilirler miydi?
Devlet başkanının ‘demokrasi’ adı verilen rejimlerdeki gibi siyasi entrikalarla ve kulis pazarlıklarıyla mı seçilmesi daha iyidir, 1618-sonrası Osmanlı devletindeki gibi harem entrikalarıyla ve hanedan içi mücadelelerle seçilmesi mi daha iyidir? Hanedanda tek eşlilik esas olsa ve intikal (19. yy sonları ve 20. yy başlarında sıkça tartışıldığı üzere) ekber ve erşed yerine Avrupa ülkelerindeki gibi ekber evlat kuralına bağlansa daha iyi sonuç verir miydi? Belli süre için seçilen devlet başkanı mı kaydı hayat şartıyla seçilen mi daha özgür ve daha adil bir kişilik sergileme imkanı bulur?
HALİFELİK
Osmanlı’nın ‘halifelik’ iddiasının merkezde ciddi bir siyasi veya dini etkisi hiç olmadı. Belki imparatorluğun dış kenarlarında (Arap yarımadası, Libya) birtakım muhalif dini hareketlerin kontrol altına alınmasına yardımcı oldu.
Abdülaziz ve Abdülhamit devrinde (19. yy son çeyreği) ön plana çıkan hilafet vurgusu bir dış politika aracı idi. Batılı emperyal güçlerin egemenliği altında olan Müslüman toplumlarda Osmanlı devletinin koruyucu/yönlendirici bir rol ileri sürmesini sağladı. Kazan’da, Buhara’da, Hindistan’da, Cezayir ve Tunus’ta – kısıtlı ölçüde de olsa – siyasi eğilimleri etkiledi.
Hilafet iddiası korunsa Tr’nin dünyadaki rolü güçlenir miydi, zayıflar mıydı?
1924’te Tr’nin dış politika ufku bir yanda galip Batı (İng, Fr, ABD) ve diğer yanda yükselen Sovyetler Birliği radikalizmi ile sınırlıydı. ‘İslam Dünyası’ bu denklemde yer almıyordu. Uzun vadede denklemin değişeceği, İslam dünyasının yeniden etkili bir oyuncu olarak sahada yer alacağı kestirilebilir miydi? Kestirilmeli miydi?
1980-90’larda Soğuk Savaş’ın tavsamasıyla birlikte kaotik bir şekilde sahneye dönen İslami devletler ve akımlar, Türkiye’nin tarihi liderliği altında bugünkünden daha sağlıklı ve hatta daha yapıcı bir şekle bürünebilir miydi? Söz düzeyinde dahi olsa İstanbul’a biat eden bir Mısır İhvan’ı, Afgan Taliban’ı ve hatta Suud hanedanı bugünkünden daha mı iyi daha mı kötü olurdu?
1922-24 formülündeki gibi TBMM’nin ‘manevi şahsiyetinde’ mündemiç bir neo-Hilafet yürür müydü? Yoksa Hilafet iddiasının etkili bir şekilde sürdürülebilmesi için, en azından modern Britanya monarşisi gibi, simgesel düzeyde dahi olsa saygınlığını koruyan bir saltanat kurumu gerekli miydi?
Dediğim gibi, bu soruların cevaplarını bilmiyorum. Fakat bildiğini zannedenlerin bir şey bildiğini de pek düşünmüyorum.
Osmanlı İmparatorluğu'nun veya hanedanının devamının anlamlı olabilmesi için ideal olarak 19. asır başı ve öncesindeki asırlardaki gibi geniş topraklara, ama en azından Balkan Harbi veya 1. Cihan Harbi faciaları öncesindeki kadar topraklara sahip olup topraklarındaki demografik yapıyı ve kültürel çeşitliliği koruması gerektiğini düşünüyorum. 1923 mübadelesi sonrasının Türkiye şartlarında Osmanlı İmparatorluğu veya hanedanının idaresinin devam edip etmemesi daha çok teknik bir konu gibi görünüyor bana.
Osmanlı İmparatorluğu veya hanedanının 19. asır başındaki topraklarını korumasının yolu radikal reformlardan geçiyordu, gecikmiş ve zaten yetersiz olan Tanzimat reformları ile olacak iş değildi, daha 18. asır sonları ya da 19. asır başlarında Osmanlı idaresinin İslam devleti olmaktan çıkıp her dini gruba ya da en azından Müslümanlar ve Hristiyanlara tam anlamıyla eşit yaklaşan bir tür Roma İmparatorluğu'na evrilmesi gerekiyordu. Yeni devletin adı Roma/Rum da olsa Osmanlı hanedanı bu yeni devlet modeline geçişte öncü rol oynayarak tahtını koruma yoluna gidebilirdi. Bu geçişe tek büyük potansiyel engel eski imtiyazlı konumlarını kaybetmek istemeyen Müslüman gruplar olacaktı, onlar kah gönülleri alınarak kah da sopa gösterilerek yola getirilmeye çalışılabilirdi. Mühim olan devletin bekasıysa bunun için radikal reformlar da göze alınabilirdi ve alınmalıydı da. Osmanlı yönetici kadrosunda o irade ne kadar vardı ve varsa da ne kadar başarılı olabilirdi ayrı konu, onu bilahare tartışırız.
Zaman zaman bu tür şeylere ben de kafa yormuşumdur. Atıyorum, Sabiha Sultan Atatürk’ün evlenme teklifini kabul etse, Atatürk istediği gibi Harbiye Nâzırı olsa, sonra kayınpeder Sultan’ı da alıp Anadolu’ya hep birlikte geçseler ve Milli Mücadele’yi Onun manevi blessing’iyle başlatsalar nasıl olurdu acaba diye? Fakat bu düşünce tarzının 'halamın ceketi olsa amcam olurdu' demekten farkı yok ne yazık ki. Zira zaman olduğu gibi akıyor, ‘olması gerektiği gibi’ değil. Vahdettin ne böyle bir ufka, ne de cesarete sahip olmayan, kararsız, ödlek, yaşlı bir adamdı. Atatürk’e gelince, O da ne Halife ne de Sultan sıfatıyla kendisinin üzerinde bir siyasi figüre hayat hakkı tanıyacak biriydi…
Hilafet’i etkili bir silah olarak kullanan yegâne hükümdar Abdülhamid olmuştu. Tam sömürgecilik çağının başlangıç ve gelişmesine denk gelen iktidarında İslam âleminin %90’ı İngiliz, Fransız ve Rus zulmü altında olduğundan, ‘Şimdi bir sözümle hepsini ayaklandırıp, üzerinize salarım ha!’ tehdidiyle gerçekten hepsini bir hayli ürkütmüştü. Ama değişen siyasi iklimde içi boş bir silahtı Hilâfet. Bu gerçek Sultan Reşad’ın ‘Cihad’ ilânıyla ayân beyan belli olmuş ve Arabistan da elden gidince, bu kurumu ciddiye alan bir grup Hintli aptaldan başka kimse kalmamıştı.
Monarşi’ye gelince, sadece Türkiye’de değil dünya çapında artık modası geçmiş bir müessese olduğu kesinleşmiş gibidir. Milli birlik ve bütünlük adına etkin bir rol oynadığı son ülke Ürdün’dür kanımca. Avrupa’dakiler çok turistik artık. Müzede tozlanan antika gibi bir şey oldular. Hiçbir işleri güçleri olmadığı için sıkılıyorlar. Sıkıntıdan bir dizi uygunsuz iş ve gönül ilişkilerine giriyorlar. İsveç kralı Gustav ağır sapıktır mesela, pek bilinmez. Annesi Beatrix’ten tâcı devralan Hollanda Kralı Willem aptalın biri. Juan Carlos’a çok şey borçludur İspanya, fakat bu durum meşhur ‘İspanyollar Juan Carlos’u sayar, Monarşi’yi ‘değil’ sözünü değiştirmez. Bir gün İspanyolca konuşulan ülkeler zirvesinde o g…boklu otobüs şoförü Maduro ‘Sen kimsin?’ gibisinden bir şey söyleyecek olmuş, ‘İspanya Kralıyım. Şimdi çeneni kapat!’ diye cevap vermiş. Huzurda bulunan bütün devlet başkanları ceketlerini ilikleyip ayakta alkışlamış. Sanki iki asır evvelki teba gibi…Bazen tek bir kişinin karizması kurumun önüne geçebilir. Kurum miadını doldurmuş olsa da….BB