Demokratik modelin iflası
İkinci Dünya Savaşından sonra dünyanın büyük bir bölümünde norm olarak benimsenen çok partili demokrasi, günümüzde bir yönetim modeli olarak cazibesini kaybetmiştir.
İkinci Dünya Savaşından sonra dünyanın büyük bir bölümünde norm olarak benimsenen çok partili demokrasi günümüzde bir yönetim modeli olarak cazibesini kaybetmiştir. Düne dek az veya çok başarılı demokrasi deneyleri sayılan bir dizi ülke – Rusya, Hindistan, Türkiye, Macaristan, Venezuela – demokratik modelden hızla uzaklaşmıştır. Dünyanın en büyük ve/veya en başarılı ülkelerinden birkaçı – Çin, Singapur, Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri – çok partili demokrasi modelini öteden beri ilkesel olarak reddetmektedir. Çok partili demokrasi modelinin anavatanı sayılan Batı ülkelerinde dahi demokratik düzenin a) yetersizliğine veya b) sahteliğine ilişkin görüşler yaygınlaşmıştır. Mounk ve Foa’nın araştırmaları, demokratik düzenin vazgeçilmezliğine olan inancın bellibaşlı Batı ülkelerinin tümünde yaşla orantılı olarak azaldığını ve genç kuşaklarda yüzde otuzların altına düştüğünü göstermektedir.
Öncelikle ‘demokratik’ sayılan rejimlerin bellibaşlı kurumsal özellikleri üzerinde duralım. Üç belirleyici unsur sayabiliyoruz. 1. Siyasi partilerin açık rekabeti. 2. Halk oyuyla seçilmiş meclisin nihai egemenliğe (kanun yapma yetkisine) sahip olması. 3. Kamu yönetiminin (icranın) başının doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından seçilmesi.
Bugünün dünyasında bu ilkelerin – veya iddiaların – fazla bir geçerliği kalmadığı açıktır.
1. Toplum yönetiminin en belirleyici boyutlarından biri olan finans yönetimi (para ve bankalar sistemi) büyük ölçüde icra ve yasama organlarının kontrolü dışındadır. Eskiden beri belli bir özerkliği vardı, fakat 1980’lerin ‘deregülasyon’ furyasından sonra ulus devletlerin denetim imkanları neredeyse tümüyle ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla, kamu yönetiminin en hayati alanlarından birinde ‘demokratik’ sayılan kurumların fazlaca bir işlevi kalmamıştır.
2. Hemen her ülkede silahlı kuvvetler ve istihbarat kurumları devasa bütçelere ve olağanüstü boyutlarda hareket serbestliğine kavuşmuştur. Çığırından çıkarılmış bir tehdit algısı (“teröre karşı savaş”) ve toplumsal paranoyadan beslenen ‘gizlilik’ fetişizmi bu kurumların siyasi organlarca kontrolünü neredeyse imkansız hale getirmiştir.
3. ‘Demokrasi’ teorisinin ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin tasarlandığı çağlarda ulusal ekonominin küçük bir payını temsil eden merkezi devlet bürokrasisi bugün ‘gelişmiş’ ülkelerde ulusal gelirin yüzde elli ila altmışını yutan bir ejdere dönüşmüştür. Profesyonel kariyer memurlarından oluşan bu yapının tanım gereği amatör kişilerden oluşan bir avuç ‘halk temsilcisi’ tarafından ciddi anlamda kontrol edilebileceğini düşünmek hayal gücümüzü zorlar.
4. Seçilmiş organların finans sistemini, silahlı kuvvetleri ve genel olarak devlet bürokrasisini yönetemediği bir sistemde siyasi partilerin hareket sahası olağanüstü daralmıştır. Etkinlikleri a) gerçek dünyada karşılığı olmayan birtakım basit, sembolik sloganlar üretmek, ve b) yandaşlarına – yasal veya yasadışı yollarla – rant veya istihdam fırsatları yaratmakla sınırlıdır.
5. Bu iki işlevle kendini sınırlamayan siyasi seçeneklerin başarı şansı sıfıra yakındır. Çünkü a) siyaset mesleği aşırı derecede pahalılaşmıştır; b) kamuoyu büyük maddi imkanlara ve kurumsal desteğe sahip yayın organlarınca kolayca yönlendirilmektedir; c) egemenlerin tasarrufundaki polis yöntemleri son derece güçlü ve çeşitlidir; varolan düzeni sarsabilecek siyasi aktörleri daha emekleme aşamasındayken ezmek çocuk oyuncağı olmuştur.
6. Devletler arası sahada ekonomik, teknolojik ve örgütsel güç dengesizliği aşırı boyutlara varmıştır. Bunun sonucu olarak, küçük ve orta boy ülkelerde a) yayın organlarını, b) siyasi partileri, c) bakan ve parlamenterleri, d) gizlilik tutkusundan yararlanarak istihbarat örgütü mensuplarını, e) fantezi silah tutkusundan yararlanarak silahlı kuvvetler mensuplarını satın almak son derece kolaylaşmıştır. Bu tip ülkelerde siyaset büyük devletlerin stratejik çıkarları doğrultusunda oynanan bir maskeli oyuna kolayca dönüşebilmektedir.
7. Bütün bunların sonucunda siyasetten umudunu kesen halklar çoğu ülkede özel dünyasına kapanmış, basit ve sembolik birtakım söylemler dışında ülke yönetimine ilgisini kaybetmiştir. Halkın siyasetten soğuması, saydığımız altı faktörün her birinin daha da şiddetlenmesi sonucunu doğurur. Halkın ilgi (ve bilgi) yoksunu olduğu bir ortamda finans sistemi, ordu ve bürokrasi daha başına buyruk, siyasi partiler daha yoz, yeni seçeneklerin belirmesi daha güç, vicdanını kesesi dolgun olana satma eğilimi daha güçlüdür.
Bu koşullarda, Batı dünyasının 1945’ten bu yana modernliğin olmazsa olmazı ve medeni hayatın asli unsuru olarak sunduğu demokratik modelin günümüzde cazibesini büyük ölçüde yitirmiş olması şaşırtıcı değildir. Nitekim geldiğimiz noktada a) Latin Amerika’da, b) İslam dünyasında, c) Çin’i olası bir model olarak gören Doğu Asya ülkelerinde Batı tipi partili demokrasinin halk ve elitler nezdinde itibarı tükenmeye yüz tutmuştur; d) Doğu Avrupa ve eski Sovyet ülkelerinde demokrası dışı tercihler yükseliştedir.
Batının öncü ülkelerinde de son yılların siyasi gelişmeleri, önümüzdeki yıllarda demokratik sistemlerin hızlı çöküşünü düşünülemeyecek bir ihtimal olmaktan çıkarmış görünüyor.
Demokrasinin an itibariyle ciddi bir sınavdan geçtiği ve özellikle gelişmiş ülkelerde halkın güvenini kaybettiği iddiası yanlış değil; ancak farklı gelenek ve realiteye sahip ülkelerin aynı kaba konması sapla samanı birbirine karıştırıyor. Öte yandan Çin veya Suudi rejimlerinin en kötü demokrasinin bile alternatifi olabileceklerini düşünmek bile saçma. Nedir bu ülkelerin başarısı, demokrasilerde rastlanan -başta yolsuzluk olmak üzere- tüm kusurları kaba bir faşizm perdesinin arkasına gizlemek dışında?
Demokrasi, ekonomik krizin dünyayı kasıp kavurduğu 30’lı yıllarda da güven erozyonuna uğramış ve hemen her coğrafyada yerini totaliter rejimlere bırakmıştı. Sefalet, ölüm ve yıkım dışında hiç bir getirisi olmadı bunun. Aslolan temsilde adalet veya iyi yönetim değil, hatta şeffaflık ve hesap verebilirlik de değil, bunlar hakkında konuşabilmektir. Böylece iyi kötü bir Kamuoyu oluşur ve sorunlara çare aranır. Ben bu bilgisayarın başında istediğim her türlü bilgiye ulaşıyor, ağzıma geleni de söylüyorum. Birileri bunları okuyor, karşıt fikirler ileri sürüyor ve böylece kollektif bir bilinç oluşuyor. Doğru dürüst İnternet erişiminin bile olmadığı ve ağzınızı açtığınız anda kapıya polis dayanan rejimlerde yapabiliyor musunuz bunu?
Bu iletişim çağında Kamuoyu’nun hâkim medya vasıtasıyla istendiği gibi yönlendirilebileceği yargısı da yanlış. En güzel örneği de bizzat Türkiye’nin kendisidir. Burada ’Kim bir yerine sallıyor hâkim medyayı?’ diye sormak gerekir. Zira, radyo istasyonuyla, gazeteleri zapt-ü rapt alarak isteyenin istediği manipülasyonu yapabildiği devirler çok gerilerde kaldı. ”Var olan düzeni sarsabilecek (Navalny gibi) aktörleri daha emekleme çağında ezmek” de yine Rusya ve benzerlerine has işlerdendir. Burada Meral Akşener’i de ezmeye (ezemeyince de devşirmeye) çok uğraştılar. Becerebildiler mi? Ya da HDP’ni kapatmayı? Kapatılsa seçmeni, kapatanlara mı oy verecek? 6.madde ise âdeta kelimesi kelimesine yaşadığınız küçük ülkeyi târif etmiş. Üzücü tabii; çünkü Onların hiç bir rejim altında bu ve benzeri hastalıklardan âri olabilmeleri mümkün değil. BB
İzninizle 6. maddeye itiraz etmek istiyorum.
Tarih boyunca küçük ülkeler her daim büyük ülkelerin tesiri altında kalmışlardır. Bunda da garipsenecek birşey yoktur.