Lidl, biliyorsunuz, Almanya’nın büyük süpermarket zinciri. 2021 sonu itibariyle Avrupa’nın kırk ülkesinde 11.584 şubesi varmış – ki bazıları ufak çaplı futbol sahası büyüklüğündedir. Lojistiğin boyutları insanın başını döndürüyor. Aynı gazozu, aynı endüstriyel peyniri, aynı şekerli kurabiye paketini kırk ülkede on bin kasabaya aynı anda ulaştırabilmek nasıl bir organizasyon, nasıl bir altyapı, nasıl bir finans gücü gerektirir! Yalnız ticari ürünleri düşünmeyin: 200 bine yakın elemanın üniformalarını, yaka kartlarını, training programlarını, kasaları, poşetleri, raf çubuklarını, otopark tabelalarını, iade sliplerini, online sipariş ağını düşünün. Dünyaya hakim olduğu çağda Roma imparatorluğunun bu çapta bir örgütlenmesi var mıydı? Sanmam.
Tüketici açısından cazip olduğu şüphesiz. Samos’ta biz de Lidl müdavimi idik. Ürün çeşitliliği, standardizasyon, neyi nerede bulacağını bilme, otopark kolaylığı insanı çeken şeyler. Fiyat? Emsallerinden çok farklı değil. Ama biraz daha geniş perspektiften düşünürsen, ödediğin fiyatın içinde o devasa lojistiğin maliyeti de var, raftaki malların hacimce yarıdan fazlasını oluşturan lüzumsuz ambalajın – çöpün – maliyeti de var. İmparatorluğun bedeli deyip geçiyoruz.
Kalite? Alıştığımız için fena değil diyoruz, standartlığı gerçek kaliteye tercih ediyoruz. Ama yine düşününce, yüzde doksan oranında karbonhidrat, yağ ve tuz ile koruyucu ve renklendiricilerden ibaret bir diyete mahkum edildiğimizi fark etmemek imkansız. İmparatorluğun bedeli gene: onca malı 11 bin şubeye asgari fireyle dağıtmak için karbonhidrata ve koruyucuya yüklenmek zorundasın. Dağıtım modeli diyeti şekillendiriyor.
Tüketici açısından hava hoş. Alternatifler zayıf. Daha doğrusu zayıflamış ve tükenmiş. El yapımı baklava, yerli elma, hakiki un, yahut turşucu ve sakatatçı ara ki bulasın.
Daha önemlisi: insan sadece tüketici değil ki? Üretici ne olacak?
Samos’taki Lidl 2010’ların başında açılmış, 2012 diye kaldı aklımda. On yılda Samos’un perakende piyasasının havası kaçan bir balon gibi küçülüp sönmesine bizzat tanık olduk. Aile bakkalları teker teker kapandı ya da ufaldı; ayakta kalmak için fiyatları artırdıkça daha fena battılar. Büyükçe marketlerin birkaçı kapandı, kalanlar mecburen zincir marketlere satıldı. Yani: Ada rantının bir bölümü Almanya yerine bu kez Atina’ya aktı. Portakal bahçeleri terk edildi, millet Lidl’dan ithal portakal almaya başladı. Ada fakirleşti. İş yerleri kapandı. Kira gelirleri düştü. İş sahaları daraldığı için gençler çıkıp gitti. Yaşlılar evlerine kapandı. Evler pejmürdeleşti. Belediye hizmetleri kısıldı. Adanın üzerine ölümün gölgesi çöktü. Üretim heyecanını kaybeden bir toplumdan ne beklenir?
Bilanço açık. Bir hizmet veriyorlar evet. Ama hizmet işin bahanesi; bu hizmet olmasa başka hizmet verebilirler; hizmet vermeden rant aktarmanın bir yolunu bulurlarsa onu tercih ederler. Temel mesele ranttır. Süpermarket zannettiğiniz şey, vidanjör borusu gibi, adanın rantına dayanmış bir emme borusudur. Adadan emer, Almanya’ya boşaltır.
*
1989’da Doğu Bloku çöktüğünde Doğu Avrupa halkları tüketim ekonomisinin nimetlerine açtı. Otomobillerini yenilemek, evlerini donatmak, Batılılar gibi giyinmek, dolu raflardan alışveriş etmek, sıcak ülkelere tatile gitmek istiyorlardı. Paraları yoktu. Avrupa Birliği para akıttı; Alman bankaları kredi musluklarını açtı. Estonya’dan Girit’e dek her kasabaya Lidl mağazaları, Alman nalburiye hipermarketleri, IKEA hangarları, TUI seyahat acentaları, Allianz sigorta şubeleri açıldı. Çeklerin Skoda’sını VW tasfiye etti. Yugoslavların Zastava’sı parçalanıp yok edildi. Polonya’nın otomotiv endüstrisi dağıtıldı. Doğu Avrupa’nın yolları Mercedes’ler, Opel’ler, Volkswagen’lerle (ve diğer yabancı markalarla) tıka basa doldu.
Kısaca, AB finansmanı ve Alman bankalarının kredisiyle, Alman sanayiine modern zamanların en parlak otuz yılı yaşatıldı. Almanya zenginliklere doydu.
Sürdürülebilir bir model miydi? Uzmanı olduğum bir konu değil, ama sanki sürdürülemezdi gibi geliyor bana. Doğu Avrupa’ya açılan kredilerin geri dönmesi mümkün görünmüyor çünkü. Bir noktada deniz tükenecekti, nitekim 2008’de tükenmesine ramak kaldı. Sahayı büyütmekten, yeni ülkeler yutmaktan başka çare yoktu. Kısa vadede iki seçenek görünüyordu. Ya Rusya açılacak, ya şimdilik daha azla yetinilip Ukrayna ve Belarus üzerinde çalışılacaktı. Rusya direndi, rantını Avrupa’ya emdirmeye istekli (ya da yetenekli) görünmedi. Ukrayna’yı seçtiler.
*
2021 yazında Rusya’nın en büyük süpermarket grubu Svetofor’a ait Mere süpermarketleri Yunanistan pazarına girdi. Fiyatları genellikle Lidl’dan daha uygun olduğu için ve özellikle taşranın dar gelirli bölgelerine yoğunlaştıkları için kısa zamanda ses getirdiler. Bir yıldan kısa sürede yanılmıyorsam yirmi dolayında şube açıldı.
Geçen hafta Yunan hükümeti Rusya’ya uygulanan yaptırımlar çerçevesinde Mere marketlerinin kapatılmasına ve mal varlığının dondurulmasına karar verdi. Almanya, Belçika, Romanya, İspanya vs.deki Mere’ler de kapatılmış. İngiltere’de 300 şube açma planları masal olmuş.
Ukrayna savaşı hakkında bilmeniz gereken her şey bundan ibarettir.
Bakalım Rusya'yı haklı göstermek için daha ne argümanlar gelecek.
Suç sanki Baltacı'nın Katerina'ya yaptıklarından dolayı bizim başımıza kalacak..
Hocam ilk sizin kitabınızdan okumuştum hâlâ aklımddır, komplo teorilerinin boş olduğundan bahsederken "Gerçek dünyada işleri dahiyane planlar değil, insanların hırsları, hesapsızlıkları, beceriksizlikleri belirler" mealinde bir yazınız vardı. Mao nun " Tarihte aptallığın rolünü küçümsemeyin" lafını da paylamıştınız. Şimdi bu yazınızı okuyunca şunu düşünüyorum: Canı sıkılan ihtiyara bu dünyanın gerçekleri çok sıkıcı geliyor, alternatif düşüncelerle bu yavan gerçekleri entrika romanına çevirmek daha tatlı bir uğraş. Ama Türkiyede bunu (büyük resim, büyük oyun, emperyalist Batı vs.) o kadar çok duyduk ki bıktık. Bu alternatif hayali evrenler yurdum insanının gerçekliği haline geldi, ben buna üzülüyorum.