On Kasım'ın anlam ve önemine dair
İlkokuldan beri devletin topluma dayattığı tehdidin simgesi olan figürü bir devrimci karakter veya bir ilericilik simgesi yahut da bir muhalefet simgesi olarak sunabiliyorlar. Anlaması güç bir hadise.
13 Kasım 2020 tarihli Samos Sürgünü’nden pasajlar. Pazar Sohbetleri beşinci ciltte de yer alacak.
On Kasım anması bir toplumsal tehdit töreni desek doğru olur mu acaba? Sadakat testi yapılıyor. Yani sen devletimizin ve milletimizin ortak değerlerine boyun eğiyor musun yoksa vatan haini misin, göster anlamına gelen bir ritüel. Bütün söylemi özünde buna indirgenebilir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, mesela 1960’larda ve tekrar 1980’lerde ciddi cezai sonuçları olabilen bir testti. Saygı duruşu göstermezsen veya göstersen bile laubali davranırsan veya gülümsersen veya arada çiklet çiğnersen ciddi bir şekilde cezalandırılabiliyordun, hapse girebiliyordun, en azından toplum içinde sözel yahut fiziksel şiddete maruz kalabiliyordun.
Bazı dönemlerde gevşer bu hadise. direkt olarak bir saldırıya uğramazsın, fakat mimlenirsin. Türkiye Cumhuriyeti’nde bir insanın başına gelebilecek olan en korkunç şeydir mimlenmek. Hayat boyu altından kalkamayacağın bir yükün altına girersin. Yaşamı sana zehir ederler, fırsatlarını elimden alırlar. Sürekli olarak kaynağını kestiremediğin, boyutunu ölçemediğin, yüzleşemediğin bir belalar zinciriyle karşı karşıya kalırsın. Hayatını karartırlar. 10 Kasım töreni bu çökertme operasyonunun, bu sınama operasyonunun en önemli ayaklarından biridir. Aynı şekilde her hafta okulda milli marşın söylenmesi, aynı şekilde devletin ve eğitim sisteminin ipe sapa gelmez yalanlarına alenen boyun eğmek zorunda bırakılman. Bu sınavlarda en ufak bir aksaklık not edilir. İleride aleyhine kullanılmak üzere deftere kaydedilir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel işleyiş mekanizması budur: Vatandaşların her zaman kuşkulu olan sadakatini test etmek, sınamak. 1920-30’lar tarzı totaliter devletlerin temelindeki yanlışın en göze çarpan, en net hissedilen örneklerinden biridir 10 Kasım anmaları.
Bu törenlerin şöyle bir özelliği vardır. Ne kadar irrasyonel olursa, ne kadar anlamsız, ve saçma olursa o kadar kıymetlidir bu törenler. Çünkü anlamsız olmasa, mesela Atatürk’ü anmak için korna çalmak veya ayakta durmak gibi bir anlamsız bir davranış değil de, atıyorum, resim yapmak yahut bir matematik problemi çözmek yoluna gidilse, buna boyun eğen kişinin sadakatinden emin olamazsın. Çünkü yaptığı şey kendi içinde anlamlı olan bir şeydir. Dolayısıyla neden bu anlamlı hareketi yaptığından emin olamazsın. Devlete sadakatinden mi yapıyor, yoksa matematik problemi çözmekten hoşlandığı için mi öyle yapıyor? İçeriğinin boş olması gerekir. Törenin anlamsız bir tören olması gerekir ki buna boyun eğmek gerçek bir sadakat testi olsun.
Sana boyun eğiyor; emrediyorsun, o da ne kadar saçma olursa olsun emri yerine getiriyor. Bu tür sadakat testlerinin en temel özelliği anlamsızlıklarıdır. Anlamsızlığın ve yalanın gitgide artan bir oranda, bir toplumun hücrelerine kadar işlemesi bu sürecin bir sonucudur. Sürekli bir sadakat testinin söz konusu olduğu bir toplumda yalan baş tacı edilir. Yalan sürekli olarak tekrarlanan, toplumsal yaşamın temel unsurlarından biri haline gelen bir davranış biçimi haline gelir.
*
SN: Kemal kültünün son yirmi yıldır aldığı şekil ilginç bir şey. Devletin simgesi bu adam, devletin ta kendisi. Asker ve bürokrasinin kutsal saydığı her şeyin, devletin kutsalları dediğimiz şeyin simgesi. Her devlet dairesinde, her okulda, her tapu dairesinde duvarda bulunan simge, devletin ikonu. Devlet otoritesinin amblemi. Devletle işiniz olduğunda bunu çok yakından izlersiniz. Orada koltuğuna kurulmuş olan imar müdürü yahut okul müdürü veya bakan, arkasına o resmi almakla ne kazanıyor? Şu duyguya kapılıyor. Ben sonsuz bir gücün temsilcisiyim. Dolayısıyla her türlü yalanı söyleyebilir, her türlü vicdansızlığı yapabilir, her türlü zulmü icra edebilirim. Çünkü arkam kuvvetli. Çünkü arkamda Atatürk var.
Öte yandan devletin ve otoritenin cisimleşmiş hali olan bir ikona, Türkiye’de özellikle son 20 yılda, bir muhalefet figürü gibi sunulabiliyor. Görülmemiş bir şey bu, benzersiz bir kişilik bölünmesi, acayip bir toplumsal şizofreni. Kendilerini muhalif olarak gören insanlar, ki bunlar arasında gençler de var, kendine sosyalist diyenler de var, ilkokuldan beri devletin topluma dayattığı tehdidin simgesi olan figürü bir devrimci karakter veyahut da bir ilericilik simgesi veyahut da bir muhalefet simgesi olarak sunabiliyorlar. Anlaması çok güç bir hadise.
Atatürk kültü Türkiye’de 1983’den sonra zayıflama eğilimi göstermişti. 1990’larda doğrudan Genelkurmay eliyle zorlamaya çalıştılar, fakat o dönemde de genç insanlarda fazla etkili olmadı. Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara gelmesiyle beraber bir Atatürk rönesansına tanık olduk. Başka bir şeyin simgesi haline gelmeye başladı. Her şeyden önce dinci kesime bir muhalefetin simgesi oldu.
İkinci bir boyutu da var ki insanlar çoğu zaman bunu algılamıyor. Aynı zamanda bir sınıfsal aşağılamanın simgesi haline geldi. Yani kaba saba ve cahil insanlar olarak görülen nüfus çoğunluğuna karşı toplumun hızla mevzi kaybetmekte olan az çok okumuş orta sınıfın aidiyet simgesi haline geldi. Bu sınıf aslında Özal yıllarından beri adım adım toplumda mevzi kaybediyordu. AKP iktidarında o düşüş hakikaten can yakmaya başladı. Ayağımızın altından toprak hızla kayıyor fakat biz düşmek istemiyoruz, proleter sınıfından nefret ediyoruz diye haykıran bir kesimin bayrağı oldu Atatürk ikonu. Sınıfsal korku, sınıfsal nefrete evrildi. Gitgide artan bir oranda dizginlerinden boşalmış bir ırkçılıkla özdeşleşti. Özellikle geri kalmışlığın ve proleter kültürünün temsilcisi sayılan Kürtlere karşı nefretin simgesi haline geldi. Bildiğimiz Nazi ideolojisinin bir tezahürü olarak karşımıza çıktı. Son aylarda sanıyorum Kürtler biraz arka plana çekilince bu kez Suriyeli ve Afganlı mülteciler Atatürkçü asabiyetin başlıca konusu haline geldiler. Türk Nazizminin yeni Yahudileri onlar olacak gibi görünüyor.
*
Bu toplumda herhangi bir nedenle normdan sapan insanları terörize etmek için kullanılan simgelerin başlıcalarıdır, bayrak ve Atatürk. Normdan sapmak derken bu bedensel görüntü olabilir, zeka düzeyi olabilir, eğitim tarzı olabilir, aile geçmişi olabilir, sakatlık olabilir, cinsel tercih olabilir. Herhangi bir okul müdürünün yahut tarih hocasının ağzından tükürük saça saça attığı nutukları düşünün. Hepsinin ortak teması budur. Zayıf olanı biz ezeriz. Çünkü arkamızda Atatürk var. TC Devleti’nin söylemini bir cümleyle özetlemek gerekirse budur. Zayıf olanı biz ezeriz. Hayatını söndürürüz. Çünkü biz Atatürk çocuklarıyız. Budur. Kendimi bildim bileli duyduğum derin nefretin temelinde bu hadise yatıyor. Eğer farklıysan seni Atatürk sopasıyla döverler. Atatürk’e patolojik bir bağlılıkla sarılanların da temelinde bu psikoloji var. Atatürkçü olmayanı dövüyorlar, o yüzden ben Atatürkçü olayım, aman dayak yemeyeyim. Esasında bir zaaf belirtisidir. Kendini güçsüz hisseden insanlar bir güruha dahil olarak o güruhun askeri gücünden, o güruhun şiddet tekelinden yararlanmak isterler.
1938 yılında ölmüş bir siyasi şahsiyet olan Atatürk başka bir hadise, konuyla ilgisi yok. Bugün vardığımız noktadan sorumlu mudur o adam? Tam da sorumlu olamaz, nasıl olacak ki, aradan 80 sene geçmiş. Fakat şurası bence bariz bir gerçek: Bu toplumu sürekli olarak aşağı çeken, ruh hastalığına mahkum eden faktörlerin başlıcası bu Atatürk ikonacılığıdır. Atatürk’ü kullanarak adam ezme alışkanlığıdır. Sanki bu toplum yükselmeye çalışanları, birey olmaya çalışanları sürekli ayaklarından tutup aşağıya çekiyor. Ve onlara bu aşağı çekme gücünü veren şeylerden biri din ise, diğeri Atatürk simgesidir.
50 sene sonra Sevan Nişanyan'ın bu yazdıklarını okuyacak bir kişi bile kalmayacak ama Atatürk hâlâ 10 Kasım'larda saygı ve minnetle anılacak.
Katılıyorum. İlkokul bahçelerinde soğuktan titreyerek törenlere katılmak zorunda olan çocuklardık.