25 Comments

Sevan Bey Merhabalar, yazdığınız konuyla tamamen alakasız ancak fikrinizi merak ettiğim bir husus var. Yahudi Soykırımı’nın tarihsel gerçekliğiyle ilgili düşüncelerinizi öğrenmek isterim. Gaz odalarının tamamiyle uydurma olduğunu, rakamların şişirilerek olduğundan büyük gösterildiğini iddia eden kaynakları rastladım. Nazilerin aslında bize öğretildiği gibi olmadıkları ortaya çıkarsa sizce dünyadaki güç dengeleri değişebilir mi? Teşekkür ederim.

Expand full comment

Claude Lanzmann'ın "Shoah" belgeselini izlediniz mi? 588 dakika boyunca tek bir arşiv görüntüsü kullanılmadan yalnızca tanıklıklar üzerinden "yahudi sorununu" (Die Juden Frage) anlatır. Bahsettiğiniz holokostun düzmece olduğu iddiası, belgeselin çekildiği tarihlerde de belli ki popülerliği olan bir mevzuymuş. Belgesel bu iddiaların karşısına belgeler veya arşivi değil, bizzat olayı yaşayanların tanıklıklarını koyarak aydınlatma misyonunu üstleniyor. Bu misyonun ne kadar başarıya ulaşabildiği izleyicinin takdirine kalsın fakat, belgesel içinde tanıklık dışında belgeler ve tarihi yorumla konuşan tek isim soykırım tarihçisi Raoul Hilberg; onun söyledikleri özellikle dikkat çekici. Nazilerin belgelerinde soykırım yaptıklarını kanıtlayan tek bir kelimeye rastlanmaz, imalar ve şifrelerle doludur. Vagonlara doldurulan insanlardan teslimat için bir yerden bir yere götürülen askeri malzemeymiş gibi şifrelenerek bahsedilmiştir. Önceden yaşadıkları şehirlerdeki yahudi gettolarına kapatılan insanlar dahi trenlere doldurulduklarında ölüme gideceklerinin farkında değilmişler, kampların çevresinde yaşayan Polonya köylüleri "bazı şeyleri hissediyorduk ama Almanlardan korktuğumuz için görmezden geliyorduk ve alışmıştık" diyorlar. Hatta işgal altındaki Polonya'ya tayini çıkan Alman memurlar dahi bir takım bürokratik prosedürlere bağlı olan belgelere imza atarken "Yahudilerin ölüme gönderildiğinden haberim yoktu" diyebiliyorlar.

Naziler dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir işe kalkıştılar ve daha önce hiç uygulanmamış deneysel yöntemleri denemek zorundaydılar. Bu yöntemlerin gizliliği en çok dikkat ettikleri konuydu, savaş gündeminin yoğunluğu ve herkesin kendi derdine düşmüş olması, üstelik iletişim kaynaklarının sınırlılığı bu operasyonun gizlilikle devam etmesini kolaylaştırdı. Günümüzde dile getirilen bu tarz revizyonist iddiaların büyük ölçüde soykırımın belgesinin olmaması, böylece kamplardan sağ kurtulanların tanıklıkları üzerinden bizim bu insanların trajedisine inanmak zorunda olduğumuz üzerinden döndüğüne inanıyorum. Rüşvetin belgesinin olmadığı gibi soykırımın da belgesi olmuyor ve olay büyüdükçe üzerindeki spekülasyon da artıyor. Soykırımın düzmece olduğuna inanmak veya inanmamak size kalmış fakat bu probleme şüpheci yaklaşıyorsanız bu belgesele göz atmayı vicdan borcu olarak hissetmenizi tavisye ederim.

Expand full comment

Bahsetmiş olduğunuz Shoah belgeseli de dahil olmak üzere bu konuyla alakalı bir çok materyali inceledim. Benim görüşüme göre tanıkların söylemleri ne yazık ki tutarlılıktan uzak, mantıken gerçekçi değil. “Gaz odalarının” iddia edildiği haliyle çalışma mekanizması Alman mühendisliğinin ”precision” prensipiyle tamı tamına ters. (Zyklon B’nin insan öldürmek için kullanıldığının iddia edilmesi gibi)

Zaten öyle milyonları öldürmek için kullanılabilecek kapasitede “gaz odası” mevcut değildi. Krematoryumlar da aynı şekilde dönemin teknolojik imkanlarını göz önüne aldığınızda iddia edilen rakamları karşılayabilecek durumda değildiler. Matematiksel anlamda imkansız bir durum söz konusudur.

Herhangi bir tarihi olayı sorgulamakla, kendimi vicdanen rahatsız hissetmem gerektiğini zannetmiyorum. Eğer birtakım yanlışlıklar yapılmışsa bunun sorumluluğu bana ait değil. Ancak, tanıkların söylemlerini harfiyen doğru kabul edip meseleyi kapatmak, kendimizi kandırmakla eşdeğerdir. Tanıkların birbiriyle çelişen, mantık sınırlarını zorlayan söylemlerinin üzerine kurulu bir soykırım iddiasının son derece ideolojik olduğunu belirtmeliyim. Tanıkların masumane gösterilmesine karşıyım çünkü her insanın çıkarları doğrultusunda yalan söyleyebilecek potansiyeli vardır. Belki de siz yaratılan ajitasyonun etkisiyle absürt ifadeleri akıl süzgecinden geçirmemiş olabilirsiniz.

Sözü daha fazla uzatmadan, Hollywood prodüksiyonları haricinde, size birkaç belgesel önerisinde de ben bulunayım. Revizyonist akımın yahudi soykırımı meselesine şüpheci yaklaşıyor olmasının birçok sebebi var yani bu yalnızca soykırım belgesinin olup olmaması meselesi değildir. Kendinizi önyargılarınızdan arındırarak izlerseniz, bize anlatılanlardan çok farklı bir gerçeklikle tanışacağınızı tahmin ediyorum.

Esenlikler dilerim.

1-) One Third of Holocaust

https://archive.org/details/ONETHIRDOfTheHOLOCAUSTWidescreenfull1

2-) Auschwitz—The Surprising Hidden Truth

https://archive.org/details/AuschwitzTheSurprisingHiddenTruth

3-) A Dumb Dumb Portrayal Of Evil

https://archive.org/details/buchenwald-a-dumb-dumb-portrayal-of-evil-by-denierbud

4-) The last days of the big lie- Tanıkların ifadelerini analiz eden bir yapım.

https://videopress.com/v/1cxFD4i0

5-) Questioning the Holocaust-Why we believed

https://videopress.com/v/8HYPrAeu

6-) Ursula Haverbeck on the Holocaust

https://videopress.com/v/JnrwvDN7

7-) David Cole in Auschwitz

https://videopress.com/v/U8tEflnS

Expand full comment

Pseudo-tarih belgesel örnekleri. Çoğunun künyesi bile sorunlu, atıf yaptıkları kaynaklar ya tahrif edilmiş ya da belirtilmemiş.

Nazilerin soykırıma tahlinin Birincil kaynak dava örneklerinden biri: https://www.hdot.org/trial-materials/#info_DL.

Konuyla ilgili arşiv belgelerinin ve birincil kaynakların taranmasıyla oluşturulmuş, Nazi üst yönetiminin soykırıma dahlini belgeleriyle ortaya koyan bazı çalışmalar ve künyeleri:

Richard Bessel, "Functionalists vs. Intentionalists: The Debate Twenty Years on or Whatever Happened to Functionalism and Intentionalism?" German Studies Review 26, no. 1 (2003).

Christopher Browning: Fateful Months : Essays on the Emergence of the Final Solution, New York : Holmes & Meier, 1985.

Christopher Browning: The Path to Genocide : Essays on launching the Final Solution, Cambridge : Cambridge University Press, 1998.

Christopher Browning: The Origins of the Final Solution : The Evolution of Nazi Jewish Policy, September 1939 – March 1942 (With contributions by Jürgen Matthäus), Lincoln : University of Nebraska Press, 2004.

Richard Evans: The Third Reich at War: How the Nazis Led Germany from Conquest to Disaster , London: Allen Lane, 2008.

Ian Kershaw: The 'Hitler Myth'. Image and Reality in the Third Reich (Oxford, 1987, rev. 2001).

Ian Kershaw: "Working Towards the Führer: Reflections on the Nature of the Hitler Dictatorship" pages 103–118 from Contemporary European History, Volume 2, Issue #2, 1993; reprinted on pages 231–252 from The Third Reich edited by Christian Leitz, London: Blackwell, 1999.

Ian Kershaw: The Nazi Dictatorship. Problems and Perspectives of Interpretation, (London, 1985, 4th ed., 2000)

Ian Kershaw: Hitler, Vol. 1 and 2 (rev. London 2008).

Expand full comment

Eleutherios Venizelos, İngiltere'nin Lloyd George hükümetini Yunanistan'ın Anadolu'ya(yani İzmir'e) çıkmasına ikna etmişti ancak asıl sebep İtalya'nın Izmir'i almasının önüne geçmekti. İngiltere, o zamanlar İtalya'nın fazla güçlenmesini istemiyordu. 14 Mayıs 1919'da İtalyanlar, Kuşadası, Söke ve Selçuk'u işgal edince de, (ertesi gün)15 Mayıs 1919'da Yunanlar İzmir'i işgal ettiler.

Expand full comment

Evet, çok zeki ve heyecanlı biri olan Venizelos, kendi gibi aşırı zeki ve heyecanlı biri olan Lloyd George'u ikna etti. İngilizler, İtalya'dan iğrenen Fransayı Antalya-Kuşadası kartıyla ikna ettiler. Arka plandaki asıl karşı koyması güç argüman, Ege bölgesinde Mart-Nisan aylarından itibaren Rum tehcirinin yeniden hız kazanmasıydı. İç Ege'den sürülen sefil Rum güruhlarına İzmir'de güvenli bir sığınak oluşturmak gerekiyordu. Sonrası Allah kerim dediler, belki Yunan'a kalır, belki geri verilir, zaman gösterecek.

1920 ve 21 kampanyaları bambaşka iştir. Bu kez maksat Yunanları memnun etmek değil, Ankara'da palazlanan isyan hareketini bastırmak, ya da en azından dize getirerek konferans masasında tavizler vermeye zorlamaktır. İzmir ve Ayvalık sınırlarını aşan çılgın harekata Yunanistan zorla itilir; kendi içinde şiddetli fikir ayrılıklarına düşer; 1920'de Venizelos devrilir. Tahminimce on binlerce Yunan gencinin kanı pahasına bu kutsal görevi yerine getirirlerse İzmir'in kendilerine verileceği, aksi halde avuçlarını yalayacakları bildirilir.

Expand full comment

Bakü'nün bırakılması da orta-uzun vadede hayırlı olmuştur çünkü Stalin döneminde güdülen çarlık sonrası kaybedilen toprakları geri alma politikası doğrultusunda muhtemelen 30'ların sonuna doğru SSCB, Finlandiya ve Baltık ülkelerine yaptığının bir benzerini Türkiye'ye de yapardı. Bunun dışında Ege'deki adalar ve Kıbrıs, Yunan donanmasının tonaj kapasitesinin Osmanlı donanmasının tonaj kapasitesini geçmeye başladığı 1900'lerin başında zaten kaybedilmişti. Balkan savaşında bile Hamidiye'nin 1-2 adayı topa tutması dışında Osmanlı donanması varlık gösteremişti. Dolayısıyla 20'lerde buraları geri almak imkanı yoktu.

Expand full comment

Topraklar bazen savaşla, bazen (savaş tehdidi altında) pazarlıkla ve diplomasiyle kazanılır ve kaybedilir. Bakü için söylediğin, Iğdır, Kars, Ardahan ve Artvin için de geçerli değil mi? Eski Rus toprağıydı, hele Iğdır Brest-Litovsk'ta bile Tr'e verilmemişti, Stalin onları neden talep etmedi?

Tabii ki Bakü olmazdı çünkü petrol var.

Adaların bazıları diplomasi masasında pekala Tr'e verilebilirdi. Karar verecek olan Yunanistan değil İng-Fr mutabakatıdır. Ama öyle anlaşılıyor ki o sırada kendi ülkesindeki Rumları boşaltmakla meşgul olan Tr o konuda da iştahlı değildi. Adalar tıklım tıklım mülteci dolu. Aldın diyelim, nasıl boşaltacaksın, nasıl elde tutacaksın, nasıl iskan edeceksin?

Expand full comment

1945'ten sonra oraları da istedi zaten. Öncesinde talep edebilir miydi? Açıkçası zor. İç Savaş'ın ve Polonya ile savaşın bitmesi, içeride gücünü konsolide etmesi, 5 yıllık kalkınma planları ile ağır sanayinin kurulması derken 30'ların sonuna kadar kendi dertleriyle uğraşıyor. Baltık ülkeleri ve Finlandiya gibi daha zayıf ülkelere bile ancak Hitler Anchluss ve Südet krizi ile demokrasi bloğunun ne kadar biçare olduğunu ortaya koyunca musallat oluyor.

1946'da karşısında bitmek üzere olan İngiltere ve Fransa yerine dünyadaki o sıradaki tek nükleer güç olan ABD vardı ve bu konuda Türkiye'ye arka çıkıyordu. Mançurya'dan Berlin'e kadarki alanın hakimi olduktan sonra Kars-Ardahan için savaşmak ne kadar mantıklıydı ki zaten?

Expand full comment

Sevam hocam merhaba. Almanya ağır yaptırımları yok etmek isterken 20 yıl sonraki diğer savaşta daha fazlasını kabul etmek zorunda kaldı. Sonra ne oldu da Avrupa’nın en zengini olabildi. Bu yaptırımlara rağmen böyle birşey nasıl gerçekleşebildi?

Expand full comment

1. ABD finansmanı, 2. Eğitimli nüfus. Bunlar 1989'a kadar.

1989'dan sonra 3. Doğu Avrupa'nın ele geçirilmesi.

Expand full comment

Evet, 2. Dünya Savaşında 1.'sinden ders alınıp yenilen ülkelere 1.'sindeki kadar ağır şartlar dayatılmamış ve yenilen ülkelerin kendilerini yenenlerin yardımı ile toparlaması ve hatta müttefiki olması sağlanmıştır ileride intikam duygularıyla bir 3. Dünya Savaşının çıkmaması için.

Expand full comment

Ağır şartları geçtim bilakis kaybedenlere kayıtsız şartsiz teslim antlaşmaları (tek istisna Japonlar imparatorlarına dokundurtmuyorlar) dikte edilmiş uzun yıllar da işgal altında tutulmuşlardır.

I. Dünya Savaşı sonrasındaki asıl sorun yazıda da belirtildiği gibi bu savaştan sonra kazananlarda da şartlarını dayatacak irade ve güç kalmamıştır ama II. savaş sonrası kazananlar kendi hakimiyet alanlarını haris biçimde korumuşlar ve 1-2 istisna hariç "revizyonist" girişimleri engellemişlerdir.

Expand full comment

1. Dünya Savaşından sonra Türkiye hariç bütün kaybedenlere ağır şartlar dayatıldı ve bu durum Hitler başa gelene kadar sürdü, Hitler'in iktidara gelmesinin bizzat tetikleyicisi oldu, 2. Dünya Savaşı sorasında aynı rövanşist sürecin yaşanmaması için özen gösterildi o yüzden. Türkiye yeterince tehdit olarak görülmediğinden, toprakları sömürmeye değer bulunmadığından ve Sovyetler'e karşı bir tampon olarak düşünüldüğünden kendisini uzun vadede yenemeyeceği belli olan Yunanistan'ı da başından savdıktan sonra çok daha yumuşak şartlar altında 1. Dünya Savaşı sürecini atlattı, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kadrolar için Arap topraklarının kaybı kayıp bile değildi zaten.

Expand full comment

Sevr Versailles'dan çok daha kötü bir anlaşmadır. Wikisource isimli sitede orijinali bulunuyor, okuyabilirsiniz. Doğu Trakya ve İzmir Yunanlara veriliyor, doguda Ermenistan ve Kürdistan kurulması planlanıyor. Boğazlar yöresi fiilen işgal altında kaliyor. İstanbul hukuken Osmanlı'ya bırakılsa bile eğer anlaşmayi uygulamazsaniz onu da elinizden aliriz diyorlar. Bu hukum anlasmada da yer alıyor. Türkiye askeri mücadele ile bunu engelledi. Ayrıca Atatürk döneminde SSCB ile ilişkiler kötü değildir.

Expand full comment

Ağır şartsa II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanlar sadece Alsas Loren’i değil Prusya’yı, Südettenland’ı, Saksonya’nın büyük kısmını, Saar’ın bir kısmını kaybettiler. Ülkenin doğusu 1990’a kadar bilfiil Rusların işgali altındaydı, batısında hala azımsanmayacak ABD askeri varlığı mevcut. Niye II.den sonra “rövanşizm” arayamadılar? Niye bu şartlar başka bir Hitler çıkaramadı?

Anlatmaya çalıştığım (ve yazıdan anladığım) 1918’den sonra “düzel-i muazzam”a sadece kağıt üzerinde kalmıştı. ABD tekrardan savaş öncesindeki izolasyonist politikasına dönmüştü. İngiltere İrlanda’ya bile bağımsızlık vermiş, ülke içindeki grevlerle ve toplumsal çalkantılarla uğraşmıştı. Fransa politik çalkantılarla (1918 ile 1939 arasında 17 defa hükümet değişiyor) ve demografik krizle (savaşa katılan her 4 askerden 1’i ölmüş ve 1918-1938 arası nüfus neredeyse sabit kalmış) uğraşmıştır.

Kısacası Almanlara ağır şartlar dayatıldı o yüzden Hitler çıktı, biz yedi düvelle savaştık, İtalya’ya vaat edilenler verilmedi o yüzden Mussolini çıktı gibi basit formüller savaş sonrasındaki durumu açıklamada çoğu zaman yetersiz kalıyor.

Expand full comment

Sevan beycigim, şu makalelerinizi kendi blogunuza da koysanız güzel olur. Orayı da takip edenler var.

Expand full comment

Evet, ironik olarak bugünkü Türkiye topraklarını cazip kılan işgal etmeye ve sömürmeye değer olmamasıdır. Bu sayede çalkantılı topraklarla çevrili coğrafyasında istikrar bulabiliyor. Boğazlar olmasa daha da cazip olacaktı o bakımdan, ama boğazlara rağmen istikrarını iyi kötü koruyabildi onca yıldır. Doğudaki Kürt çoğunluklu toprakları bile Türkiye'de kalabildi bu yeraltı ve yerüstü kaynakları bakımından yetersizlikten dolayı.

Expand full comment

1-Hem akdenize hem de karadenize kıyısı olan bir ülke niçin işgale değer olmasın? Osmanlı her zaman İslam dünyasının en gelişmiş ülkesiydi. Halefi olan bir devletin Suriye ve Irak'dan daha istikrarli olmasi sasirtici degil. Sebeplerden biri de Türkiye'nin dini açıdan daha homojen olması.

2-İşgale değer olmasa niçin Ruslar defalarca şimdiki doğu anadoluya yahut batı ermenistan diye bilinen bölgeye saldırdı? Eğer Rusya'da devrim olmasa fıratın doğusu ve pontus yöresi Türkiye'nin elinden çıkabilirdi.

3- Çanak krizini incelemenizi tavsiye ederim. TBMM ordusu Yunan ordusunu mağlup ettikten sonra boğazlara doğru ilerledi. Müttefik ülkeler bir yana Kanada gibi Britanya'ya bağlı yerler bile asker yollamayı reddetti.

Expand full comment

1- Boğazlar faktöründen bahsettim zaten, boğazlar Akdeniz ile Karadenizi birbirine bağlıyor ve o bakımdan büyük önemde. Ama dediğim gibi, yeraltı ve yerüstü kaynakları bakımından (bilhassa da ilki) Türkiye yetersiz bir ülke, bu da boğazların getirdiği stratejik önemi sınırlıyor. Suriye ve Irak gibi ülkeleri istikrarsız kılan faktörler arasında Müslümanları arasındaki mezhep farkları da sayılabilse de Türkiye bu konuda onlardan geri kalmıyor, Türkiye’de de ciddi bir Alevi nüfus var ona bakarsak ve her ne kadar Alevilerin durumu örneğin 70’lerdekine göre iyi olsa da sorunları onları tatmin edecek derecede hallolmuş değil. Suriye ve Irak’ın bu konuda Türkiye’den esas farkı Müslümanlarının azınlık mezheplerinin nüfusları ile orantısız güçlere ulaşmış olması ve bunun yarattığı problemler. Türkiye’de Aleviler nüfusları ile orantısız bir siyasi güce hiçbir zaman sahip olmadığından istikrarı bozucu etkilerinin düşük olduğunu düşünüyorum, tersine bazı olumlu gelişmeleri tetikleyici etkileri oluyor sık sık. Ha, dini homojenite derken Hristiyanları da dahil ediyorsanız, orada kesinlikle size katılamayacağım, Suriye ve Irak’ın yaşadığı problemlerde Türkiye’ye göre büyük olan Hristiyan nüfuslarının ciddi bir etkisi olduğunu sanmıyorum, tam tersine o nüfusların o ülkelere olumlu etkileri olduğunu düşünüyorum.

2- Rusya Kafkasya ve Balkanlar’ı da işgal etmeye çalıştı ona bakarsanız, Kafkasya’da tutundu, Balkanlar’da tutunamadı Batı müdahalelerinin de büyük etkisiyle. Çarlık Rusya’nın güney politikası gidebildiği kadar gitmek, böylelikle sıcak denizlere inmek ve hatta mümkünse Konstantinopolis merkezli bir Doğu Roma’yı ihya üzerine kuruluydu. O yüzden alabildiğini aldı ve mümkün olduğunca elinde tuttu belki ilerideki güney fetihlerinde faydası olur diye. Lenin başa geldiğinde Rus ordusu içinde büyük hoşnutsuzluk vardı, 1. Dünya Savaşını sürdürmeleri mümkün görünmüyordu, bunlara ilaveten komünist Rusya sıcak denizler ve Doğu Roma’nın ihyası gibi idealleri olan bir devlet olmadığından elde tutmada lüzum görülmeyen topraklardan derhal çekildi.

3- Biliyorum, Britanya’da çoğu siyasi grup Lloyd George’un Türkiye topraklarındaki idealist politikalarının Britanya’ya bir fayda sağlamadığını gördüğü için onlara karşı çıktı, tam da bahsettiğim Türkiye topraklarının kaynaklar bakımından elde tutmaya değer olmaması sebebinden ötürü.

Expand full comment

Cevabınız için sağolun. Size iki maddelik bir yanıt vereceğim. Birincisi bu konuyla alakalı diğeri Popülasyon Genetiğine dair muhtelif sorulardan ibaret olacak.

1- Suriye Hristiyanları şehirli sınıftan olduğu için bazı konularda faydalı oldukları söylenebilir. Ancak nüfus belli bir oranı aştıktan sonra muzır sonuçlar doğurduğu Lübnan örneği ile aşikardır. Yugoslavya'nın dağılış süreci de benim tezimi destekler. Enternasyonalizm'in teorik açıdan daha tutarlı olduğunun farkındayım. Ama kaynağı insan doğası(genetik) veya kültür olsun fark etmez, ortada bir hakikat var. Demografik heterojenlik politik stabiliteye zarar verir. Avrupa ve Doğu Asya ülkeleri homojendir.

Bkz: https://en.m.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_ranked_by_ethnic_and_cultural_diversity_level

Türkiye'de Alevi oranı zannedilenin aksine epey düşük. Konda'ya göre %5.

https://www.google.com/amp/s/www.gazeteduvar.com.tr/amp/murat-yetkin-turkiyede-kac-kurt-kac-sunni-kac-alevi-yasiyor-haber-808970

Bu sorunu medeni dünyanın ileri gelen ülkeleri bile çözemedi. Bkz:(irlanda-britanya meselesi).

Vladimir Lenin Kapitalist asimilasyonu ilerici bulur. Amerika'yı milletlerin öğütücüsü diye över. Bunun bu kadar gerçek olduğu da kesin değildir. Öncelikle malum ABD'de ırk kavgası vardır. Farklı mezhep ve etnisiteler politik olarak farklı davranır. Protestanlar GOP'a Yahudiler demokratlara oy verir. Bu da sağlıklı bir durum değildir. Marksist asimilasyon süreci de SSCB ile pek iyi bitmedi. Bu maddeyi milletler cemiyeti mülteciler yüksek komiseri ve nobel barış ödülü sahibi Fridtjof Nansen'in sözü ile bitirmek isterim:

“Yakın Doğu’da barış, orada yaşayan halkların birbirinden ayrılması ile sağlanacak"

2-

a) Size Davidski'nin Eurogenes isimli blog'unda rastladım. Acaba sizin de genetik üzerine yazıp çizdiğiniz bir blogunuz veya Facebook grubu gibi bir internet mecrası var mı?

b) Ancestral Whispers'i duymuşsunuzdur belki. Anadolu ve Rumeli Türklerindeki Orta Çağ Türk mirasını hesaplamış. Bu harita hakkında kanaatiniz nedir? Oranlara itirazınız var mı? Iç Anadolu Türkleri için yaptığı yorumu da değerlendirmenizi rica ederim.

https://twitter.com/Sulkalmakh/status/1617558996826877954

c) Turkish DNA Project Anadolu Türkleri Türkmenler ile modellenince daha iyi fit değeri hasıl oldugunu söylüyor kanaatiniz nedir?https://twitter.com/TurkDNAProject/status/1578055260442136587?s=20

d) Menteşe ve Osmanlı dönemi Muğla örneklerinden Roma/Bizans dönemi örnekleri çıkarılınca varsayımsal popülasyon en çok Türkmenlere benziyor. Bol BMACli Çilpek örneğinin de liste başlarında yer alması dikkat çekici. Kanaatiniz nedir? https://twitter.com/TurkDNAProject/status/1566813967409987584?s=20

e) Anadolu Beyliklerinin çoğu 13. asrın sonlarına doğru kurulmuştur. Ayrıca batı anadolu'da oğuz mirası yüksektir. Anadolu'ya gelen Türkmenlerin çoğu Moğol istilasından sonra gelmiş olabilir mi? Avrasya tarihindeki en yıkıcı olaylardan biri sonuçta. Toponim de bu konuda yardimci olabilir. Mesela https://nisanyanmap.com/?y=horzum&t=&cry=TR

Bu konulardaki fikrinizi merak ediyorum, sevgiler.

Expand full comment

Sevres in "uygulanması mümkün olmayan saçma sapan bir antlaşma" diye geçiştirilemeyeciğini düşünüyorum. Sizin paşalar isyanı dediğiniz olayın en önemli kısa vadeli sonucu İzmir in Türklerin elinde kalması oldu. Eğer İzmir Yunanistan ın kontrolüne geçseydi Türkiye ile Yunanistan arasında uzun süreli barışın sağlanması mümkün olmazdı.

Ferdinand Foch un meşhur sözü aynen Türkiye nin 1920 deki durumu için de tekrarlanabilir. "This is not peace. It is an armistice for twenty years." Eğer Türkiye 1939 a bu şartlar altında girseydi savaşa mihver devletleri yanında katılma olasılığı son derece yüksek olurdu. (Ülkenin başında nasıl bir idare olursa olsun.) O durumda ne bedeller ödenir, neler kaybedilirdi bunun düşüncesi ürkütücü.

Expand full comment

Sadece İzmir değil. Doğu Trakya'da Yunanlara veriliyordu. Ermenistan ve Kürdistan'a dair proje fantezidir en az gerçekçi kısmıdır. Boğazlar bölgesi ki marmara kıyıları dahildir fiilen uluslarası yönetime(ing fr it) bırakılıyordu. İstanbul şantaj malzemesi olarak kullanılıyor. Eğer anlaşmaya uymazsanız İstanbul'u hukuken de elinizden alırız diyorlar.

Madde 36 — Tarafeyn-i akideyn-i Âliye işbu muahede ahkâmı mahfuz kalmak şartile Osmanlı hükümetinin İstanbul üzerindeki hukuk ve tasarrufatına halel iras olunmaması hükûmet-i müşarünileyha ile zat-ı hazret-i padişahinin şehr-i mezkûrda ikamet etmek ve orada Devlet-i Osmaniye payitahtını muhafaza eylemek hususunda serbest bulunduklarında müttefiktirler.

Maamafih Hükûmet-i Osmaniye bu muahede ile muahedat ve mukavelât-ı mütemmime ahkâmına bilhassa ırkî ve dinî ve lisanî ekaliyetlerin hukukuna sadıkane bir surette riayet etmekte tecviz-i kusur ettiği takdirde düvel-i müttefika anifüz-zikir taahhüdü tadil etmek hakkını sarahatan muhafaza ederler ve Hükûmet-i Osmaniye de bu bapta ittihaz edilecek olan kâffe-i mukarrerata şimdiden mümaşat etmeği taahhüt eyler.

Expand full comment

Sevres gerçekten saçma sapan bir metin bence. Müdafaai Hukuk rejimi Eylül 1919'da ülkeyi tamamen ele geçirmiş, Nisan 20'de meclisini kurmuş, ordusunu örgütlemeye başlamış. İng ve/veya Fr bilfiil büyük askeri güçle ülkeye girmedikçe yenilmesi imkansız. Yunanın taktik birkaç darbe dışında kalıcı bir başarı sağlayabileceğini sanmak abes.

Antlaşma tarihte görülmemiş bir modelle ülke üstünde İng-Fr-İt 'kondominyumu' öngörüyor. Maliye idaresinden polise, jandarmaya, eski eserler mevzuatına kadar her konuda ayrıntılı olarak bir ortak idare mekanizması tasarlıyor. Üç galip devletin köpek gibi dalaştığı bir dünyada işlemesine imkan yok. İşlemeyeceğini kendileri de biliyor. İng, Fr ve bilhassa İt gazetelerinin HEPSİ antlaşmayı yerden yere vuruyor, alay ediyorlar. Bence sadece bir pazarlık açılışı. Londra Konferanslarıyla devam edip Lozan'da sonuçlanan sürecin başlangıcı.

Expand full comment

1919-20'de ülkede iç savaş vardı. Yozgat, Konya, Düzce gibi bircok sehirde isyanlar çıktı. Bunlar basit olaylar değildir. Türk Kurtuluş Savaşı denilen süreç Rus iç savaşına çok benziyor. Kısıtlı da olsa müdahale eden büyük devletler, orta halli tarihi düşmanlar(polonya-yunanistan), iç rakipler(beyaz ordu/istanbul hukumeti).

Expand full comment